Giresun Haberleri

Sütten Çıkmış Ak Kaşıklar Ülkesi…

Bu yazıyı paylaşın

Göçmen, mülteci, sığınmacı, kaçak işçi, vize süresini doldurmuş turist, sınırlardan yasal olmayan yollardan giren kaçak, davetiyeli yabancı çalışan ve eski nüfus cüzdanı veya yeni kimlik kartıyla vatandaş olarak bu ülkede her gün en az bir kez yemek yiyerek yaşayan, nerdeyse doksanmilyon insanın sizce ne kadarı kırk yaşının altındadır ve bu kırk yaşının altındakilerin ne kadarı ömürleri boyunca bir kez bile olsa tahta kaşıkla yemek yemiştir?

Daha okula gitmediğimiz yıllarda Derebucak’ta yaşarken, zaman zaman şimdilerde adı Çamlık olan Dalayman’dan akrabalarımız ziyaretimize gelirdi. Rahmetli anamın rahmetli babasının rahmetli bacısının kızıymış gelenlerin anası. Anam öyle derdi yani. Hatça deyze derdim ona, anamdan akrabamız diye. Hatça deyzem geldiğinde yanında mutlaka benim yaşımın biraz ilerisinde veya biraz gerisinde kızlarından oğlanlarından birkaçı da olurdu. Ama esas kocası Hasan dayım olurdu ardında. Hatça deyzem, Hasan dayımı uçlarından tutuştukları bir bastonla çeke çeke getirirdi hep. Çünkü Hasan dayım doğuştan amaydı.

Bugün düşünüyorum da, iki beldenin arasındaki aşağı yukarı onbeş kilometre yolu neyle aldıklarını; o günlerin imkanları içinde yürüdüklerini sanıyorum. Otomobil yok, otobüs yok, hatta bir at veya bir eşekleri bile yok. Belki kırk seferde bir kamyon denk gelmiştir, vicdan sahibi şoförüyle.

Bu akrabalarımızın fakirliğin taa dibinde yaşadıklarını, ben daha o yaşlarda üst başlarındaki paralanmaya yüz tutmuş yamalı kıyafetlerinden anlamıştım. Hasan dayımın omuzunda en az kıyafetleri kadar eski bir çuval olurdu. Gelince odaya girerlerdi. Bazan bir gece yatımlı, bazan günübirlik bu ziyaretlerde ne konuşulduğunu hiç bilmiyorum, çünkü biz çocuklar akrabalığın verdiği güvenle hemen bahçeye çıkıp oynamaya başlardık. Oyuncaklarımızsa bahçenin çalı çırpısı veya taşı çağılı işte. Yoktu o zaman daha akülü arabalar ve yoldan geçmiyordu onları bize hediye edecek zabıtalar.

Ziyaretin sonunda ayrılırken Hasan dayımın çuvalının yanında Hatça deyzemde de bir çuval olurdu. Hatta taşıyabilecekleri kadar çocukların sırtına da keseler bağlanırdı. Anam, varından yoğundan bir şeyler bulur buluşturur, akrabalarımızı mümkün olduğunca mutlu ve mesut yolculardı köylerine. Yılda en az bir iki sefer geldiklerine göre, çok değilse bile az da değildi anamın verebildikleri demek ki.

Onlar gittikten sonra anam getirdiklerini aşocağındaki kilere yerleştirirdi merasimle. Bir kaç yarım deste ak kaşık, bir kaç adet farklı boydan ak kepçe, bir iki tane ak tarak ve belki süs diye dışına gelişigüzel ve asimetrik çizgiler oyulmuş bir ak havan. Hasan dayımın kör haliyle belki bir yıl boyu geçimlik olarak göz nuruyla değil el yordamıyla köylülerinin kesip getiriverdiği ağaçlardan yapmaya çalıştığı yamuk yumuk ürünler. Anamın dünyasındaysa her biri fildişindendi onların. Öyle bir değerli malzemenin tutuşunda olurdu elleri, onları yerleştirirken.

İşte bu ak kaşıklarla yıllarca yemek yedim ben. Gerçi, ara sıra babamın özellikle misafirler için aldığı boyalı sarı kaşıklarla yediğim de olmuştur ama akraba kaşığıyla daha tatlı olurdu sanki gilik çorbası veya böğrülce kavurması. Sofra açılınca -sofra serilmezdi çünkü hep aşocağının ortasında durur, yemek zamanı açılırdı- ellerim hep ak kaşıkları kavrardı. Çok sevdiğim ekme’aşını kaşıkla değil ekmekle yerdim ama.

Beyşehir’e taşındıktan kısa bir süre sonra demir kaşıklar gelince eve, tahta kaşıkları yavaş yavaş unuttuk. Ama bu sefer Beyşehir’e gelmeye başlayan o misafirlerimizin hediyelerini misafir odasındaki tahta dolaba istiflemeye başlamıştı anam. Derebucaktakileri en son inşaattan önce evi temizlerken uzaklaştırdık ama Beyşehirdekilerin ne olduğunu bilmiyorum. Bahattin ağam çaktırmadan el koyup bizden sakladı mı acaba; sormam lazım.

Şimdilerdeyse hayatlarında değil bu tahta kaşıklarla yemek yemek, onları dünya gözüyle görmemiş insanlara hitap ediyor birileri. Kulak kabartıp dinleyince sanki bu ülke hiç karanlık, kasvetli, soğuk günler yaşamamış hissiyatı uyanıyor insanda. Her şey toz pembeymiş gibi ezelden beri. Hiç Kur’an okudu diye insanlar hapsedilmemiş; hiç namaz kıldı diye insanlar gözaltına alınmamış; hiç insanların bir sene çabayla ürettiği hasada vergi diye el konularak kendi sırtında ilçeye taşıtılmamış; hiç sakallı veya yaşmaklı diye insanlara gerici, yobaz, ticani, mürteci diye hakaret edilmemiş; hiç başörtülü diye insanlar okullarından ve görevlerinden atılmamış; hiç saçma sapan araştırma ve soruşturmalarla insanların binbir zahmet hakettikleri görevleri engellenmemiş. Hatta hiç ‘ölürsen şehitsin kalırsan gazi’ söylenceleri veya ‘ordu millet’ gazlarıyla cepheye sürülenlerin anaları kışla kapılarında bekletilmemiş, babaları orduevlerinden kovulmamış. Dahası, hiç çorba salonları, döner büfeleri, kasap dükkanları, kıytırık iş atölyeleri yeşil sermaye diye ötekileştirilip salya sümük ekranlardan ve manşetlerden jöleliler, altaylılar, sütoğlanlar, berberoğlular, özköklüler, dündarlar, muhtarlar, çölaşanlar tarafından küfredilmemiş.

Sanki her şey onlarca yıldır sütlimanmış da uzaydan birileri gelmiş düzenlerini bozmuş. Yok böyle bir şey. Onlarca yıl ‘çağdaş uygarlık’ safsatalarıyla zihinleri iğdiş edilmiş, akılları tahnit edilmiş, gönülleri tahdit edilmiş yurdum insanları, buldukları ilk fırsatta mağaradan boşanmış yarasalar gibi kaçtılar dış güçlerle iç hainlerin beraberce kazıp vatandaşlarını mahkum ettikleri dehlizlerden. İşin ilginci bu muhtemel kaçışlarda varılacak meydanlara çok önceden yerleştirilmişti bir kısım okyanus ötesinden sertifikalı din tacirleri.

Bu gün ben de istemiyorum geçmiş mağduriyetlerin bugünkü yanlışlıkların ve yamuklukların kamuflajı yapılmasını; ben de istemiyorum dünün arsızlarının ve hırsızlarının hassas zeminlerde sekerek günlerini gün etmelerini; ben de istemiyorum nefsine ve hırsına yenilmişlerin araziye uyarken kullandıkları hacı yağlarını, umre seferlerini, hac turlarını; ama çıkarı için ve görevi gereği gömlek değiştirenlerin arasına karışmış belki en fazla bin tane nesebi ve menşei belirsiz şerefsizin yüzünden milyonlarca vatan evladına her gün televizyon ekranlarından, gazete sütunlarından ve ille de sosyal medya mecralarından göndermeli küfürle karışık hakaret edilmesini de istemiyorum.

Bırakın otuzlu, kırklı yılların baskı ve zulümlerini; bırakın ellili altmışlı yılların yokluk ve yoksulluklarını; bırakın seksenli doksanlı yılların istismar ve istiskallerini; ikibinli yıllar içinde onlarca yıllar içinde biriktirilmiş ızdırapların patlamasıyla köyde kalanların ve köyden gelip kentin varoşlarına tutunmuşların sayesinde alınmış, o da ancak ve mecburen gömlek değiştirilerek verilmiş, iktidar erkini bile, yok cumhurbaşkanı imzalamıyor, yok genelkurmayda ışıklar yanıyor, yok geceyarısı muhtıra veriliyor, yok taksimde ağaçlar kesiliyor gibi saçma sapan söylem ve oyunlarla kullandırtmamaya çalışanlar, bugün ekmeği kalmamış karanlık bodrumlardan ve sınırötesi dost görünümlü güdümlü düşmanlardan güç devşirerek saldırıya geçiyorlar. Hem de gençler, kadınlar veya kırk yaşın altındakiler diye yeni ayrıştırıcılar üreterek.

Covid pandemisinin ve küresel emperyalizmin sürekli baskısında sosyal ve toplumsal süreçler bırakın kahkaha atmayı, dudak kenarından tebessüm etmeyi bile zorlaştırıyor insana. Kadın cinayetleri, sahte veya tahşiş edilmiş gıdalar, basit konulardan doğan silahlı sokak çatışmaları, kameralı güvenlik tedbirlerine rağmen süren hırsızlıklar, alkol ve madde bağımlılığından ölümler çoğaldıkça çoğalıyor. Her şey bir yana bence kesin bir hukuk sorunu var ortalıkta. Suçlara karşı verilen cezalar kesinlikle yetersiz. Üstüne bir de gavur birlikleri etkisinde infaz yasalarındaki ceza azaltıcı yaklaşımlar her şeyi yapanın yaptığını yanına kar bırakıyor. Hal böyleyken ömrü suç ve suçlunun yanında geçmiş, onlara rehberlik, abilik, reislik etmiş birileri çıkmış şahit olduğu, vaktinde onlardan para ve güç devşirirken içinde banyo yaptığı, onlarca suçu ve suçluyu sözde deşifre ederken, hakkın, hukukun, namusun, şerefin timsali gibi tavırlar ve söylemler içinde çektiği videoları yayınlıyor. Birileri de dün omuzuna kadar soktuğu kollarıyla suç organizasyonlarının rahminin içinde manevra yapıp nurtopu gibi suçlular doğurtup topluma salanlar, o günlerin unutulduğunu sanıp suret-i iyilikten görünerek oy toplamaya çıkıyorlar. Hiç kimsenin yalanının, dolanının, düzeninin kefili değilim. Suç işleyen oğlum bile olsa bulup cezasını vermeyen namerttir. Ancak suç makinalarının hangisi doğru hangisi yanlış olduğu belli olmayan iddia ve isnatları üzerinden garabet ehli tarafından toptancı yaftalamalarla suçlulara ilhak edilmeyi de reddediyorum.

Tabii, saftirik İslamcıların onca yıl sürmüş gayret ve çabalarından sonra, sıra makam ve mansıba gelince, ‘bunlar istenmez ancak verilirse alınır’ gibi osmanlı bakiyesi bir kandırmacanın beyhude ve anakronik metaforlarının gölgesinde dünün tufeylilerinin günün uzamasında devranlarını bir ara gazıyla sürdürerek yediği herzelerin üstünden konuşup saldırmak kolay. Hele ‘biz çektik çocuklarımız çekmesin’ diyerek dünün acılarını ve günün gerçeklerini aktarmamış ebeveynlerin çocuklarını, z kuşağı veya perkarya gibi dünün günahlarından ve günahkarlarından azadeleştirerek nevzuhurlaştıran kavramlarla kandırmak ne kadar kolay değil mi?

Yok efendiler yok. Yok öyle sütten çıkmış ak kaşık gibi tüm mecralarda salınmalar. Yok öyle tilki kurnazlığında yeni kalkışmalara mesnet aramalar. Herkes kustuğuna sahip çıksın. İslamcıların arasından asla arsız ve hırsız çıkmaz. Varsa ortada bir arsız veya hırsız o zaten İslamcı değildir. Atımız yok ki tımar çekelim.

Taksın herkes sepetini koluna; yürüyüp gitsin kendi yoluna. Kimse dönüp de bana ayar vermeye kalkmasın. Ben ayarımı dünde Hasan dayımın kör gözü, kırık gönlü, nasırlı elleriyle dişbudak ağacından oyduğu ak kaşıklardan alıp gelmişim. Ne yerim sizin herzelerinizi kaşıklarımı kirleterek, ne de yediririm.

Haydi, hayırlı günler.

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için çerez politikamızı inceleyebilirsiniz. Anladım