Giresun Haberleri

Haydi, Hayırlı Tıraşlar!

Bu yazıyı paylaşın

Rahmetli babam son harçlığı fakülteyi bitirdikten sonra kendi ellerimle kurasını çektiğim Sivas ili, Gürün ilçesi, Konakpınar Sağlık Ocağına gitmeden önce memlekete uğrayıp bir kaç gün gezdikten sonra dönerken vermişti bana. Ben biraz mezun olmuşluğun ayrımında, biraz da ilk maaşa kadar yapacağım muhtemel harcamaları bacımdan borç almışlığın güveninde tereddüt gösterince ‘al oğlum al, lazım olur şimdi sana; ihtiyacın olduğunda da çekinme iste’ diyerek elime tutuşturmuştu. Çok değildi verdiği, ama az da değildi. Arkasından beni üçtekerli ve sepetli motoruyla Konya otobüslerine bineceğim köprübaşındaki garaja kadar götürmüştü.

Bindokuzyüzseksenaltı yılının Eylül ayının yirmialtıncı gününde başladım mecburi hizmet görevime. Güzel güneşli bir gündü. Köylülüğüm hiç uyum sorunu yaşatmadan yeni köyümde sosyalleşmeyi sağlamıştı bana. O ayları beraber soluduğum Konakpınarlılara saygılarımı sunuyorum. Ölmüşleri için rahmet talebimi iletiyorum Rabbime şimdi; affetsin tüm günahlarını ve taksiratlarını; güzel ve cömert insanlardı çünkü onlar; evlerini, sofralarını, ötesi yüreklerini ve hayallerini açmışlardı bana; şahidim doğruluklarına ve dürüstlüklerine. Kalanlarına ise minnetlerimi sunuyorum yeryüzünün neresinde nefes alıp veriyorlarsa; kaldığım dokuz kısa ay boyunca paylaştıkları vardan dostlukları ve yoktan ikramlarıyla doyurup gönendirmişlikleri için; inanıyorum ki hepsi memleket sevdalısı ve hepsi memleket hizmetkârı her ne iş yapıyorlarsa.

Çok hastam olmadı burada. Çok arkadaşım oldu. Ve kışı geçirip bahara erince, aşı çalışmalarını bahane edip merkezden gönderilen land rover jipin sayesinde şoför Mustafa’nın rehberliğinde, bağlı bütün köyleri ve mezraları üçer kere gezdim severek ve isteyerek. İnsanı, mekânı ve zamanı bir başka boyuttan görebilme fırsatım oldu böylece. Aş ve iş peşinde şehirlere akıp gidenlerden kalan küçücük umutlara tutunmuş gençleri, eski ve yeninin arasında sıkışıp kalmış sinesinde boranlar kopan adamları, şehrin masallarıyla köyün hikâyelerinde şaşmış ama günde aileyi kurtarmaya adanmış kadınları, her gidenle bir yerleri koparak cenazesinin ortada kalacağından korkan yaşlıları, tüm evren o mor dağların dibinde veya yamacında duran kendi köylerinden ibaretmiş gibi beklentisiz ve pürneşe cıvıldayan çocukları tanıdım orda. Çok çocuklu ailelerin çocuklarının adları üstünden büyükten küçüğe doğru gelirken modernizmin etkilerine şahit oldum. Dinin sadece çaresizliğe derman ve devletin sadece umutlara hüsran görüldüğünü bildim. Yokluğun, yoksulluğun, yoksunluğun kader değilse de mecburiyet olduğunu anladım. Dünden o güne ve o günden yarınlara tüm düzenlerin sadece düzenlere yaradığını, düzmeyenlerin de düzene paydaş olabilmesini sağlayacak hakça bir düzenin düzülebilmesi için önce geçmiş düzenlerin bozulması ve düzencilerin tükenmesi gerektiğini buldum.

İşte bu dönemde kendi ellerimle yaptığım difteri, boğmaca ve tetanos aşıları üçlü, ikili veya tekli olarak ellilik şişelerle geliyordu Ankara’dan ve hepsi yerli üretimdi. Ağızdan kullanılan çocuk felci ve kızamık aşısı yabancı üretimdi. Sonradan Gürün’de çalışırken Sivas merkezden gelen ekibe katılıp on gün boyunca ilçenin tüm köylerini gezerek yaptığımız verem aşısı da yerliydi. İkibuçuk yıl çalıştığım Gürün sağlık ocaklarında ancak birkaç kez ihtiyaç duyulan ve sağlık memuru Hanefi abinin yaptığı kuduz aşısı da yerliydi.

Aslında bizim aşı hikâyemiz çok eskilere dayanıyordu. Aşı ile ilgili en eski metin, onsekizinci yüzyılın başlarında İstanbul’da bulunan İngiltere sefirinin hanımı Mary Montesgu’nun burada görüp öğrendiği çiçek aşısını, kendi ülkesinin çocuklarına uygulamak için o dönemin Papa’sından izin isteyen mektubudur. Öncesinde uzun yüzyıllar boyu bu aşıyı uygulayan Türkler, yöntemi Anadolu’ya gelmeden Çinlilerden öğrenmişlerdir. Aynı yüzyılın sonlarında Louis Pasteur, çalışmaları için hükümdarlardan mektupla destek talep ettiğinde, sultan Abdülhamit ona cevap yazarak İstanbul’a davet edip şayet gelirse tüm masrafların karşılanacağını garanti etmiştir. Teklifi kabul görmeyince de bunu sorun etmemiş, hemen yüklü bir miktar desteğini iki hekim ve bir veteriner ile birlikte Fransa’ya göndererek kuduz aşısının dünyada ilk üretiminden hemen iki yıl sonra ve üçüncü ülke olarak ülkemizde üretilip kullanılmasını sağlamıştır.

Sonrası ise çorap söküğü gibidir. O yıllardan bindokuzyüzdoksanyedi yılında aşı üretimine son verilmesine kadar, yaklaşık yüzyirmibeş yıl, ülkemizde yukarıda belirttiklerimizin yanında sığır vebası, kızıl, tifo, kolera, dizanteri, veba, tifüs ve influenza aşı veya serumları üretilip uygulanmıştır.

Bu süreçte asla unutulmaması ve unutturulmaması gereken bir bilgi, bu coğrafyada yaşadığımız bin yıl boyunca içine düştüğümüz en zor zamanlar olan birinci dünya savaşı ve ardından İstiklal savaşı yıllarında bile, gerektiğinde üretim merkezlerinin yerlerinin değiştirilmesi de sağlanarak, ülkemizde aşı ve serum üretiminin devam ettirildiğidir. İman aşkı, insan sevgisi ve memleket sevdası budur işte. Ölümün, hastalıklar ve savaşlar üstünden yağmur olup aktığı zor zamanlarda, onu umursamadan yarına uzanan dedelerimize ve onları bir an bile terk etmeyip önlerinde ve arkalarında taş sessizliğinde durup onları ve çocuklarını büyüten ebelerimize selam olsun.

İnsanlık tarihinde bunca yer tutan hastalık ve salgınlar bilinip dururken aşı ve serum üretimini hangi sebebe dayanırsa dayansın zayıflatıp sonlandıranların da Rabbim her iki dünyasını karartıp kızartsın. Onlara başkaca da bir şey demeyeceğim.

Ancak son yirmi seneye geldiğimizde, konunun yetkilileri ne derse desin ortada duran tam bir ihanettir. Muhtelif vasatlarda en yukarıdan bile onlarca kez dillendirilmiş bu konuda ‘önemini fark edememek’ gibi bir mazeret zaten olamaz. Meşrepçisine, tarikatçısına olmadık paraları kazandırmak için, ithal ikameci bir zihinle yerli üretimi bir an bile düşünmeden takla üstüne takla atan siyasetçi ve bürokratların abileri, şeyhleri, imamları, efendileri de bu suçlarının müteselsil ortaklarıdır. Hele üniversitelerde öğretim görevlisi olup danışman, kurul üyesi gibi sıfatlarla kamuda yetkili sorumsuzlar olarak başköşelere oturup üç kuruşla beslendikleri çok uluslu şirketlerin çıkarına görüş üretenlerin, muhtemel rakiplerini eften püften gerekçelerle durduranların, ‘sen mi yapacakmışsın’ gibi küçümsemelerle yerli girişimleri engelleyenlerin suçları asla unutulamaz. Bugünlerde ekranlara çıkıp öğrenci ve asistanlarına vermedikleri bilgileri topluma saatlerce kan ter içinde anlatmaya çalışmalarının tek nedeni geçmiş günahlarını ört bas etme gayretleridir.

Umarım aralarından ‘sen de kimsin’ diyen biri çıkmaz. Zira aşı, ilaç, kan, tıbbi cihaz, tıbbi malzeme, tıbbi kimyasal konularında kırk yıllık yaşanmışlığım hiç kimsenin aklına ihtiyaç duymadan öz varlığımla ve öz yaşadıklarımla konuşmaya hem yeter hem artar benim. Bu dünyada ayet ve hadislerle süslenmiş retoriklerle herkesi ikna edebilirler veya ben yakalarına yapışacak gücü toplayamamış olabilirim belki ama her zerremle iman ediyorum ki ötede asla hesap veremeyecekler ve ben hem bunlara haklarımı helal etmiyorum hem de kıyamete kadar tüm neslime haklarını helal etmemeleri talebimi tek miras olarak bırakıyorum.

Kimlere hangi sözleri verdiler, kimlerden hangi baskıları yediler, kimlerin hangi ikramlarından müstefit oldular bilemem, bildiğim bu sürecin nesnel ve akılcı bir izahının olmadığıdır. Varsa buyursun anlatsınlar, herkesle beraber ben de dinleyeyim. Ama hiç kimse ‘ama yerelde paketlemeyi başlatmıştık, ama ihaleyi hazır hale getirmiştik, ama bilinmez ve görülmez ellere mani olamadık’ gibi beni sazana götüren üfürükten gerekçeler üretmesinler.

Hele bugün Covid19 salgınının içinde, yok dünya sağlık örgütü, yok amerikan gıda ilaç ajansı, yok avrupa ilaç ajansı gibi, görevleri sadece sömürgecilerin yüzyıllardır bedavadan elde ettiklerini çağımıza taşımak için ürettiği yapıların dayattığı kriterler üzerinden güç devşirerek, yerli aşıyı engelleyenleri ve geciktirenleri asla asla asla unutmayacağım ve unutturmayacağım. Ölüm elbette dinimce haktır ama yine dinimce hastalığa karşı tedbir ve hastalığın tedavisi için gayret de şarttır. İnsanların her gün milyonlarcası hastalanırken ve binlercesi ölürken, çalışmaları geniş ve rahat zamanlarda emperyal şirketlerin çıkarlarını koruyup kollamak için üretilmiş kriterlere uyumu beklemek ve buna zorlamak kadar büyük gaflet olabilir mi? Hele bu kriterlere uygun hazırlanmış dosyalarını sunanların izinlerini incelemek için günlerce, haftalarca eşref saat bekleyenlerin dalaletine ne demeli? Bunların kime hizmet ettiğini nasıl görüp bilmeli?

Ey devleti arkasına almış hastalık ve ölüm seyircileri, şunu bilesiniz ki yığdıklarınız asla suçlarınızın kefareti olamayacak. Gün gelecek kamu gücünü kamuya karşı kullanmanızın günahını ölmeden ödeyeceksiniz hepiniz.

Ben eksiğini söyledim ey insanlar, siz tamını anlayın.

Ha şunu da bilin. Her gün ilan ettiğiniz günlük test, vaka, hastalık ve vefat sayılarının yanında yerli aşı için çalışma yapan merkezlerin haftalık hadi olmadı aylık gelişmelerini niye eklemediğiniz de bir muamma olarak duruyor ortada. Ticari sır, patent hakkı, kamu menfaati gibi kavramların arkasına sığınmayın lütfen. Günlük vefat sayısıyla korkutamadığınız insanları belki olası başarılara inandırarak zapt-ı rapt altına alabilirsiniz.

Bir sözümüz de vatandaşlarımıza gitsin. İster hazırlanmak için verilmiş zamanda çıkış yaparak ve ister hak etmediğiniz halde belge çıkartarak gittiğiniz yerlerde veya maske, mesafe ve temizlik tedbirlerini ihmal ederek yaşadığınız yerlerde, hastalığına veya ölümüne sebep olduklarınızın vebali değildir ödemeniz gereken bedel sadece; onların olmasa ve ölmese üretebileceklerinden faydalanacak ailesinin ve tüm insanlığın vebali de eklenecektir çeteleye.

Haydi, hayırlı tıraşlar!

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için çerez politikamızı inceleyebilirsiniz. Anladım