Giresun Haberleri

Zamanda Yürüyen Bir Yörük Kocası: Gök’oca

Bu yazıyı paylaşın

Şimdilerde üstüne beton atılarak yoldan yüksekçe bir alan haline getirildikten sonra, bir de üstüne ne idüğü belirsiz, yanından geçeni değil, dibinde oturanı bile, bırakın verdiği düşünsel esintilerle sarıp sarmalamayı, kendini bile farkettiremeyen bir anıt dikilen, bir su kuyumuz vardır Derebucak’ta, Merkez Camisinin yanında. Eskilerde çok kullanılırdı bu kuyu, ama zaman içinde önce cami yanlarına yapılan çeşmelere Boğazdaki Başmiyardan su getirilmesi, ardından Gozoluktan getirilen suyun mahalle çeşmelerine dağıtılması, en sonunda da evlere su sağlayan şebekenin döşenmesinden beri, artık kimse dönüp bakmıyor, ona: Ortaguyu. Bu kuyudan biraz daha aşağıda, Merkez caminin kıble sol tarafında, bugün hala hayatta olan ve aynı adı taşıyan odanın önünde, yakın geçmişte doldurularak yola katılan tahta örtülü bir kuyu daha vardı: Del’allar guyusu. Bu kuyuyu kazıp hem kendileri faydalanan, hem de ihtiyacı olan konu komşunun hizmetine sunan Del’allar, Derebucak’ın kuruluş yıllarında ilk yerleşen üç yörük obasından biriymiş ve önceleri eyleştikleri Gembosa doğru giderken solda kalan Bayramyeri’nden gelmişler, köyiçine. Bu soyun en eski atası Hüseyin oğlu Hasan olarak bilinse de, lakaplarından anlıyoruz ki deli lakaplı Ali isminde bir kök dedeleri daha var, geçmişlerinde.

Del’allar, ayrıca kızları var mıdır bilmiyorum ama, erkek olarak dört kardeşlermiş o yıllarda. Bunlardan adalım olan Ahmet, benim gibi kardeşlerin en küçüğü olup biraz okumuşluğu olsa gerek ki, Goc’imam diye tanınırmış ve Del’allar soyundan ayrılan Sar’oc’elin atası olmuş. Gözlerinin maviliğinden mülhem Gök’oca ya da sakallarının kızıla çalarlığından mülhem Sar’oca lakabıyla bilinen Mehmet Akyürek, işte bu soy kolundan gelmiş. Bildiğimiz kadarıyla da Derebucak’ta doğmuş, Derebucak’ta büyümüş, kısa bir Armutlu dönemi hariç Derebucak’ta yetişmiş ve Derebucak’ta ölmüştür.

Derebucak’ta yetişmiş dediysek, zihninizde mektepler, medreseler, hocalar, alimler, mollalar falan canlandırmayın sakın. Zaman zaman, eskileri bilenlerle ve bilenlerden duyanlarla yaptığımız konuşmalarda hep gündeme gelse de, Cumhuriyet yıllarına kadar medrese veya okul nevinden bir şey yoktur Derebucak’ta. Zaten olması da, gerek coğrafyası, gerekse nüfusu itibariyle mümkün değildir. Hele ki ekonomisi itibariyle hiç mümkün değildir. Koyunları ve ama daha çok keçileriyle beraber, kışta düzde yazda dağda, yarı aç yarı tok yaşayıp giden memleketimin ıssız insancıkları, mültezimi yormadan biraz daha fazla vergi almanın ya da sancak-ı şerifi açınca zorlanmadan oğlunu asker yapmanın hesabında, iskana mecbur eden Osmanlı devletluları, herhalde hiç düşünmemişlerdir bunlar bir araya gelip oturunca ve ister istemez ihtiyaçları çoğalınca, ne yiyip ne içecekler, ya da ne pişirip ne taşıracaklar diye. Onlar da mecburen, zoraki iskanla uzaklaşmak zorunda kalmaklıklarıyla kaybettikleri kışlak ve yaylaklarına karşın, dağları elle çapalayıp bağ yaparak, çok konuşulmasa bile, ormanı kah yakıp kah kesip tarla açarak, kıt kanaat geçinmeye çalışırken, nerden bir de mektep medrese kuracaklar da hoca karnı doyuracaklar!

Ancak Derebucak’tan bazıları, artık dede-boba zoruyla mı, yoksa devletin içindeki bir akl-ı evvelin gayretiyle mi bilinmez, bizim yörelerin yakınında olan Hadim, Konya, İbradı, Alanya gibi yakın yerlerdeki medreselere okumaya gitmişler. Bunlardan ilimde ilerleyenler pek kimse dönüp bakmamış köyüne ve yürüyüp gitmiş yeni yollara ve yeni yerlere sanırım. Ama az biraz tutuk kalanlar, birkaç yıldan sonra geri dönüp bazen camide, bazen geçen yolcular için yapılmış köy odalarında, bazen de kendi evlerinde, çok da yaşlarına başlarına bakmadan ve hiç para pul beklentisine girmeden, belki biraz odun karşılığı, çocuk okutmuşlar, bugünlerde yurdum insanlarından insani yardım amaçlı vakıf ve derneklerle Afrika köylerine gidip de görünce ‘bir elifba cüzleri bile yok’ deyip gözyaşına boğuldukları, elifba tahtalarıyla. Rahmetli anam da bu derslere bir süre devam etmiş herhalde ki, okuma yazması yoktu ama kadim bir ehl-i sünnet formülasyonu olan ‘Rabbin kim, Peygamberin kim, İtikatta mezhebin ne, Amelde mezhebin ne’ ile başlayan ve mezarda ilk ziyaretimize gelip bizi sorgulayacak Münker ve Nekir meleklerinin muhtemel sorularını ve cevaplarını bilmenin yanında, ‘elif direk gibi, be tasa benzer, te ona benzer, se ona benzer, cim’in karnı yarık, ha ona benzer, hı ona benzer, dal semer kaşlı, zel ona benzer’ diyerek başlayan tekerlemeyle Arapça harfleri de sayardı. Eh, üstüne biraz abdest, biraz namaz; adam olana yeter elhamdülillah.

Ama Gök’oca’nın yetişmişliği bunlardan hayli ötededir. İzmir Armutlu’ya göçmüş amcaları Ahmet ve Hasan’ın yanında bir süre kalıp öğrenim görmesinden sonra, Derebucak’ta da dışarıda medresede okuyup dönenlerden olan Demirc’el’in Hamid hocadan okumuştur, bildiğimiz kadarıyla. Biraz da kendi gayretiyle yol bulup ilerleyince daha çok bağda, bahçede, tarlada çiftçilikle, biraz da evinin altındaki küçük bakkal dükkânıyla hayatını kazanmış, ama ilminin zekatında babamın eski mahallesindeki Musalla Camisinde yirmi yıldan fazla fahri imamlık yapmıştır. Baba dedem Mulla Meymet ve emmim Demirci Hasan bu imamlıktan en çok sevinenlerdendir. Bizim yetişme yıllarımız, artık devletin kendi ilahiyatında toplumu yeniden güdülemek için camilere, kuran kurslarına maaşlı ve metruş hocaları tayin ettiği yıllardır, ama bizden önceki kuşakların unutulmaz hocasıdır, Gök’oca.

Gök’oca’nın askerliğini nerde yaptığını soruşturmama rağmen öğrenemedim ama yaşdaşlarından bazılarının ondan söz ederken Gök Çavuş dediklerini duyunca askerliğini yaptığını ve çavuşluğa da terfi edebildiğini bilmiş oldum. Ayrıca Hocanın bilinen bir de şark seferi var. Cumhuriyetin, batılılaşma politikalarına ve yaklaşımlarına ayak sürüyen aşiret temelli Alevi ve tarikat/aşiret temelli Kürt insiyatiflerine karşı giriştiği sindirme, yıldırma, seyreltme gayretlerinin sürdüğü ve bölge insanlarının isyana zorlandığı dönemde Hoca da o tarafa bir gidip geliyor. Kimisi bunu İslami bir çıkış gördüğü gayretlere katılım amaçlı olduğunu, ancak daha Konya sınırlarından ayrılamadan ayaklanmacıların derdest edilmesiyle geriye dönmek zorunda kalmışlık olarak anlatsa da, bazıları da devletin seferberlik çağrısı gereği askerliğe gitmiş olduğunu söylüyor. Artık Allahu alem.

Hoca, evliliğini ise Hilm’el’den yapmış. Derebucak’ın bir başka kült insanı olan ve Uzun’oca veya Goc’oca olarak bilinen Hilm’oğlu Ahmad’ın bacısı Ayşa’yla evlenmiş ve bu evlilikten ailenin dört kız ve üç erkek evladı olmuş, yıllar içinde.

Bugünlerde altmışlı yetmişli yaşlarını yaşayanların, dini eğitimlerindeki Gök’oca’nın hakkını hiç kimse inkâr edemez. Uzun fahri imamlık yıllarını da çok aşan bir zaman boyunca kız erkek demeden köyün tüm çocuklarının eğitimini üstlenmiştir, Hocamız. Ben hiç okumadım ama Zeynep bacımın ve Bahattin abimin ondan okuduğunu anlatılarından biliyorum. Esed ağam Topraklık Kur’an Kursuna hafızlık eğitimi için gitmeden önce Gök’oca’dan okumuş mudur bilemiyorum. Ama Rahime bacımın okumaya gittiğini hatırlıyorum. O yıllarda, ister camiye ister mektebe okumaya giden her talebe gibi, o da, seçtiği en güzel odun elinde, yola düşerdi ötebaşa doğru.

Bu okuma süreçlerinden anlatılanlara bakınca, Gök’oca’nın, talebelerine karşı tavır ve yaklaşımlarının biraz sert ve buyurgan olduğu anlaşılıyor. Gerçi, bizim köyde, yaşamı nerdeyse tümüyle sırtlamış dağların mecburiyetinde yaşamış, düzü ve denizi nerdeyse hiç görmemiş, kolayı bilmemiş, tabiatta didinerek ve evlerde didişerek ancak ho sesine yaşanan hayatları sürdürebilen insanlarının, hiç bir zaman oturup konuşma fırsatlarının oluşmadığı, olsa bile bunu gerçekleştirecek akıllarının olmadığı, her yaştan çocuklarının, başka türlü nasıl zapt-ı rapt altına alınıp da bir şeyler öğretilebileceği de, kendi başına bir mesele olarak duruyor önümüzde aslında. Fakat o okumaların hikayeleri de, yaşayanları tarafından tebessümler eşliğinde konuşulur gider hep. Yani yapan ne düşünmüştür bilemem ama maruz kalanlar hallerinden memnundurlar. Hatta o sertliğinden ötürü müteşekkirdirler ona. Ancak iş buyurmak gerektiğinde babaların sayıp anaların gördüğü; Köylü veya Gislaved marka lastik pabuçlu; çoğu Sümerbank mamülü basma fistanlı ve çivit donlu; kavruk ve delişmen köy çocuklarını, yıllarca ibadet tadında kavrayıp terbiyelemiş ve onları, olmasa hiç bir zaman vasıl olamayacakları, bir dünyaya taşıyıp getirmiştir.

Gök’oca’nın, evlad-ı iyali besleyip doyurmak babından Gozoluk’ta güzel bir bahçesi ve daha çok Say olarak bilinen Araplar Dağının zirveye yakın çukurlarında da ekin tarlaları varmış. Bu mevkiler, Derebucak’a o zamanlardaki ulaşım koşullarına göre hayli uzak yerlerdir. Hem geçim derdiyle buralara koşturup çalışmak; hem vakit namazlarına yetişip imamlık yapmak; hem de yazın babalarının işinden, kışın öğretmenlerinin okulundan kalan zamanlarında çocukları okutup yetiştirmek, her baba yiğidin harcı olmasa gerektir. Ama Gök’oca’nın yıllarca süren bu inanılmaz gayreti, memleketimizin suça uzaklığı, insanımızın bugünlere uzanan müsbet sosyal duruşlarının ve iş tutuşlarının mayalarından başlıcasıdır. İnsanımız da, bu sebepleri fark etmiş ve çok dillendiremeseler de, saygı ve sevgileri yanında hal ve hareketleriyle ortaya koymuşlardır. Gök’oca, adıyla, sanıyla, namıyla, her talebesinin anılarını doldurmuş hikayeleriyle bir efsane şahsiyet olarak Derebucak’ta kendi kültünü yaratmıştır.

Şimdi düşününce tam hatırlayamıyorum, liseli yıllarımda ya bir bayramdaydık, ya da yaz tatilinde. Cuma kılmaya girdik Merkez Cami’ye. Her zamanki gibi, görevli hoca kürsüden bir şeyler anlattı durdu kendince, akşam ziyarete gideceği alamancıları gözleyerek. Ezan okunmaya başlayınca da, zamanı doldurmuşluğun sevincinde sözü tadında bağlayıp namaza geçmek için ‘buyrun hep beraber kelime-i tevhit getirelim’ diye ünleyince, az sayıda insan düzgün olsa bile, cemaatın çoğunluğu, yarını olmayan her insanın umarsızlığında ve her şeyi dillerine kolay gelene eğip bükmenin rahatlığında, ‘eşvedü elle ileheillalah ve eşvedü enne muhammeden resülullah’ deyip kapatıyorlardı ki, Gok’oca kürsünün altından cübbesi ve sarığıyla beraber ayağa fırladı ve ‘ey cemaat’ dedi ‘eşvedü değil, eşhedü, eşhedü’. Vaazı yapan hoca, müdahale etmezse sözün devamında gelecek salvonun muhtemelen kendisine vuracağını hissetti ki, Gok’oca daha sözünü bitirmeden, telaşla ‘cemaat, bi daha aşk ile, eşhedü..’ diyerek daldı sesinin en yüksek perdesinden kelime-i tevhite yeniden. Ama Gök’oca’nın, o karizmatik ve buyurgan tutumunun altında, insanda saygı uyandıran sevecen bir yürek ve yerli bir gönül olduğunu herkes bildiğinden, onun eleştirilerine ve uyarılarına asla kırılmaz, tam tersine eksiğini tam etmenin çabasına düşerdi.

O yıllarda rahmetli babam da Derebucak’ta bakkallık yapardı. Gök’oca’yla da çok iyi anlaşırlardı. Ama babam bizim kuşakların çok iyi bildiği iplikli şekeri satmazdı. Çocuk olarak çok sevdiğimiz bu şekeri bir Gök’oca satardı bir de İncelerin Eziz. Bahattin ağam anlatmıştı, bir şeker hikayesini, bir yaz muhabbetimizde. Bir gün evde tesadüfen -ne kadar tesadüf bilemiyorum ama abim öyle dediğine göre öyledir- babamın duvarda asılı ceketine çarpınca bir şıngırtı sesi duyar. Ceketin cebine elini bir daldırır ki bir sürü delik para var. O zamanlar tedavülde olan bir ve iki buçuk kuruşların ortasında, nedendir bilmem, belki de dizilip taşınması kolay olsun diyedir, birer delik vardı. Ağam bu deliklilerden birkaç tanesini kaptığı gibi soluğu Gök’oca’nın dükkânında alır. Derdi iplikli şeker almak. Alır da tabii. Akşamsa babamdan yediği azar, kârı olur. Gök’oca, en yakın arkadaşlarından birinin oğlu olan bir öğrencisin şeker alış hikayesini, hayatın yeknesaklığını bozan bir sevinç hikayesi olarak paylaşırken, babam her şeye parlamanın hazırlığında, kendi dükkanında ala şeker ve emme şeker varken gidip başkasından iplikli şeker almasına bozulmuş olsa gerek. Köyün genel durağanlığına rağmen bulunmuş mevzulara ve hep tasarrufa kilitlenmiş akıllara takılmadan, belki de o günlerin yoksunlukları ve yoksullukları kıskacında takılmayı düşünmeden, çocukluğunun tadını yeniden duyumsadığını ortaya koyan mütebessim bir yüzle ‘ama iplikli şekerler de bu azara değerdi hani’ demişti ağam. Bir hocası vardı onun ve hocasıyla şeker tadında bir hikayesi..

Bir başka hikayeyi bir kaç yıl önceki ani ölümüyle hep bir yanımızı eksik bırakan arkadaşımız Hac’alı’nın Hüseyin anlatmıştı. Hac’alı dayımız, büyük bir iştiyakla büyük oğlu Mustafa’yı istediği gibi, iki küçüğü olan Hüseyin’i de hafız etmeye çalışıyormuş. Tabidir ki hocası da Gök’oca. Memleket insanlarımız bilir: Hac’alı dayının eviyle Gök’oca’nın evinin arası, seksen metre değilse, yüzü de geçmez. Hüseyin abi, günlük dersini vermek için her kuşluk vaktinde, Hoca bağa bahçeye yönelmeden onun evine gidip çalıştığı bölümü talim edip geliyormuş. Bir ara, bir tembellik çökmüş üstüne, çalışmak gelmemiş içinden. Ama bunu da söyleyememiş kimseciklere. Anasına dese, anında babasına varacak haber; babasına dese, şamar hazır; hocasına dese, muhtemelen eli çıprığa gidecek; ne yapsın, düşünüp taşınıp bir hinlik bulmuş. Hocanın evden çıkıp tam Gozoluk’a gideceği vakti gözleyip yanında bitivermiş hemen. Hoca rahmetli, gönlünü bulandırmadan, bir iki gün ‘bahçeye gidiyorum, sonra gel’ deyince günü kurtarmış, ama üçüncü gün de aynı olay tekrarlanınca vaziyeti kavrayıp, olanı bir ders vermeye götürerek ‘bu böyle olmayacak, Hüseyin’ demiş, ‘sen en iyisi şimdi benimle beraber Gozoluk’a gel de, dersi orda yapalım’. Tabii Gozoluk yaya olarak bir buçuk saatlik yol. Hüseyin abi, ‘o gün mecbur yürüyerek Gozoluk’a gittim; hem dersi yarım yamalak vermek zorunda kalıp utandım, hem de dönünceye kadar hocayla beraber çalıştım’ demişti gülerek. Ama Hüseyin abi iyi hafızdı.

Başka bir zaman da, doktor Necip’ten dinlemiştik bir başka hikayesini, gavenin önünde bir gece muhabbetinde. Necip, delikanlılık yıllarında Gozoluk civarında oğlak güdüyormuş. Çağının gereği, yediği yel, içtiği sel gibi gidiyormuş. Azıkta yiyecek bir şeyler varsa da, gözünü hocanın bahçesindeki sebzelere dikmiş. Akşama doğru hoca çağırıp ’Necip, evladım’ demiş ‘ben gidiyorum, sen buralara da göz kulak oluver, davarı güderken’. Necip’te bir sevinç bir sevinç ki sorma gitsin. Sanırsın kümes bekçiliği için maaşlı istihdam edilmiş tilki. O dilemiş bir göz, Allah vermiş iki göz. Hoca, bucağı döner dönmez dalmış bahçeye. Ama iz vermemek için ayaklarının üstünde değil de, dizlerinin üstünde apalayarak ilerliyormuş toprakta ve ellerini hiç kullanmadan salatalıkları ağzıyla uzanıp yiyormuş. ‪Ertesi gün kuşluk vakti hoca gelince bahçeye, Necip’i çağırmış merak ve telaşla ‘yahu Necip, insan desem insan değil, hayvan desem hayvan değil, bunu nasıl bir mahluk yapmış acaba? Sen görmedin mi bu heyulayı’ deyip Necip’in yaptığı hasarları göstermiş. Yıllar sonra olayı anlatırken, sanki Gök’oca karşısındaymış gibi yüzü kızaran Necip’in daha fazla ezilmesini önlemek isteyen Ağa söze girip, ‘hoca senin yaptığını bilmiş de, suçu bir hayvana yükleyip seni mahcup etmeden uyarmış’ diyerek bağlamıştı sözü.

Talebesinden arkadaşına, komşusundan akrabalarına herkesin mutlaka bilip anlatacakları daha çok hikayeleri vardır, Gök’oca’ya dair. Ama benim aklıma, uzun süren hastalıktan sonra yakın yıllarda kaybettiğimiz değerli öğretmenimiz ve yerli şairimiz Mustafa Çankaya’nın şiirlerinde nasıl yer aldığının merakı geldi takıldı bir akşam. Kitaplığa gittim, aradım tarafım bulamadım hiç bir kitabını. Oysa tamamına yakınını alıp gelmiştim memleketten yıllar içinde. Abimi aradım bu şiirleri digital ortamda bulabilir miyim diye. Onun önerisiyle Mustafa Direkçi’den telefonunu alıp sevgili hemşerimiz Doç Dr Bekir Direkçi’ye ulaştım. Sağolsun beklediğimden kısa bir zamanda dokuz kitabının pdflerini gönderdi bana. Tamamını gözden geçirdim bir gece sabaha kadar. Bazan ismiyle, bazan ilmiyle, bazan ruhuyla her kitaba sinmişti, Gök’oca. Hatta bir şiir yalnız onaydı. Tam da umduğum gibiydi.

 

‘Elbette küçüktük o devir bizler,

Korkudan titrerdi, okurken dizler,

Denizden maviydi ondaki gözler,

Halkımız sizleri unutmaz hocam.

Çıprıklar altında aldık talimi,

Gozoluk bülbülü devrin alimi,

Ben ona borçluyum şükür halimi,

Halkımız sizleri unutmaz hocam.’

 

Güzel insandı Gök’oca, güzel müslümandı. Her fani gibi o da ömrünü tamamladı ve berzaha doğru yürüdü gitti. Asla neme lazım demedi, boş konuşmadı; hep bir şeyler vermeye, hep bir şeyler öğretmeye çalıştı. Her yer camiydi onun için, camiyse mektep. Yeni zamanlarda, ne kadar çabalansa de, doldurulamıyor bu gayretli insanların yeri. Bıraktıkları boşluk, geçen yıllarla beraber derinleşip genişliyor da sanki. Şimdilerde, herkes rehber ve önderlerini kaybetmişliğin kıskacında bir deli sevda içinde dönenip duruyor. Okuyup yazan da azalıyor, ekip diken de. Nereye döner bu devran yaşadıkça bakıp göreceğiz.

Gök’oca’nın kabri ise, Musalla mezarlığının, köy çıkışından dereboğazına doğru giderken yolla hendek arasında kalan sağ aşağı bölümündedir. Muhtemelen, Hocamızın kendi gayretinde biriktirdikleriyle bizim duamıza ihtiyacı yoktur ama biz kendi sorumluluğumuzu bilip, yapıp eyledikleriyle memleketimizin görece bir esenlik yurdu olarak sulh ve sükun içinde günümüze taşınmasına vesilen Hocamıza ve tüm geçmişlerimize dualarımızı eksik etmeyelim, yakından ve uzaktan inşaallah.

Amin; Ya Muin!

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için çerez politikamızı inceleyebilirsiniz. Anladım