Giresun Haberleri

Masal Evlerim-2

Bu yazıyı paylaşın

Oniki Eylül’den yedi gün sonra, ondokuz Eylül Cuma günü fakültenin kaydı için de İstanbul’a beraber geldik ağamla. Aynı gün de geri döndük. Ama o bir güne hem okul kaydını, hem Taksim’e çıkıp bana köşeli siyah renkli bir çanta almayı, hem Aksaray’da şimdilerde kaldırılmış büfelerden kaşarlı tost yiyip ayran içmeyi, hem de İlim Yayma Vakfı’nın Vefa’daki yurdunu kapısından giremeden görmeyi sığdırmıştık. ‘Burada kalacaksın’ demişti ağam, kapının ziline defalarca basmamıza rağmen açılmayınca ve dönmüştük. Ben de fakültenin açılışı öncesi İstanbul’a geldiğimde doğrulayıp gittim yurda. Bu sefer kapı açıktı ama müdür yardımcısı Sabahattin amca ‘kayıtlar henüz açılmadı, seni şimdi alamayız’ deyince dünyam yıkılmıştı. Neyse ki Metin Erkaya abi, daha önce hiç görmediği beni, camın önünde pısmış kedi psikolojisinde ve yarı ağlama hallerinde beklerken adımla hitap ederek, sorumlusu olduğu yurt revirine götürmüş, üstüne bir de altın renkli tulum peyniri, simit ve çaydan müteşekkil kahvaltı ikram ederek, yurt açılıncaya kadar misafir kalacağım, fakülte arkadaşlarının Topkapı Suriçi’ndeki Arpaemini yokuşundaki Misafirler Apartmanına göndermişti.

Bu evde ondokuz gün misafir kaldım ben. O ana kadar kaldığım evlerin en güzeliydi. Her şey bir yana ve kış olmasa da, kaloriferliydi. Üç oda bir salondu. Yerler duvardan duvara yeşil renkli kalınca halıfleks seriliydi. Buzdolabı bile vardı. Altı kişi, ikişer ikişer odalardaki ikili ranzalarda kalıyordu. Herkesin kendi odasında ders çalışmak için masaları vardı. Bana da uzun yer minderleri ve sırtlıkları olan salonu gösterdiler yatmam için. Bir de battaniye verince, geriye uyumak kalmıştı bana.

Şimdilerde Trabzon’da yaşayan nükleer tıpçı İzzet Hacıömeroğlu, Ankara’da yaşayan ve sonradan bizim Derebucak’tan Hüseyin Akbaş’ın kayınbiraderi olan çocukçu Halil İbrahim Yakut, Çeçen milliyetçisi Yakup Temel, Baltalimanı Hastanesinin başhekimi ortopedist Mehmet Akif Kaygusuz, Adanalı rahmetli Ahmet Yenen, burada kalıp da hatırlayabildiklerim. Altıncıyı bir türlü hatırlayamadım nedense. Evde hayat sabah namazıyla başlıyordu. Namazdan sonra İzzet abi tecvid üzere sure okutuyordu ki, ben maalesef bu günler boyunca euzü sesini bile çıkaramadığım için sübhaneke’den ileri geçemedim. Dersten sonra kahvaltı oluyordu. Zeytin, peynir ve menemen, nerdeyse değişmez menüydü. Tabi ki yanlarında da çay. Yer sofrası niyetine tam katlanmaktan üzerindeki boyaları çizgi çizgi kırılıp dökülmüş, kahverengi desenli dikdörtgen bir muşamba parçasının etrafına toplaşıp hızla yiyorduk. Sonra herkes okula gidiyordu. Ben de, birinci sınıfta gördüğümüz FKB dersleri Siyasal Bilimler Fakültesinin kullandığı binanın üst katındaki Nurettin Berkol amfisinde yapıldığı için üniversitenin Beyazıt’taki yapıldığı yıllarda Osmanlının Erkan-ı Harbiye’si olan merkez binasına gidiyordum. Öğle yemeğini hemen bizim amfinin bitişiğindeki üniversite yemekhanesinden kapıda çok ucuza aldığımız üniyek jetonlarıyla yiyorduk, sınıf arkadaşlarıyla beraber. Burada sık çıkan spagettiyi kaşıkla mı çatalla mı yiyeceğimi bilememiştim de Metin Erkaya’nın tanıştırdığı sınıf arkadaşım Hakan’ı izleyerek öğrenmiştim. Akşam yemeğiyse evde ve yine kahvaltı minvalindeydi. Yemekten sonra ders çalışmayanlar kendi aralarında veya varsa misafirlerle beraber sohbet ediyorlardı. Misafir hiç eksik olmuyordu. Turan Aslan, Bestami Özsoy, Erhan Sarışın, Cengiz (Selman) Çınar, Kürşat Türkdoğan, Abdullah Terzi, Yusuf Bosnalı abileri buradaki misafirliklerinde tanıdım. Bizim sınıftan İrfan Güner ve hem sınıftan hem Beyşehir’den arkadaşım Mehmet Bahadır Güven de sık gelenlerdendi.

Bu sürede kimse benden para istemedi. Ben de para vermeyi hiç düşünemedim. Belki de düşünmemek işime geldi. Yedim, içtim ve yattım. Sonradan öğrendiğim kadarıyla masrafların tamamını da ev sakinleri karşılıyordu. İnşallah bunları okurlar da haklarını helal ederler. Yoksa ahirette hesaplaşmak çok zor olur bana.

Konya’daki sohbetlerin görece muhafazakarlığı yanında bu ev çok değişik gelmişti bana. ‘Dava’ temelinde ve cihad ve devlet etrafında dönüyordu sohbetler genellikle. Ve herkes serbestçe konuşuyordu. Kimse sağlıktan, okuldan konuşmuyordu. Hele Akif abi, Pazar sabahları sol elinde plastik bir faraş ve sağ elinde yine plastik küçük bir süpürgeyle, halıfleksleri oturduğu yerden yavaş yavaş ilerleyerek santim santim süpürürken lafı döndürüp dolaştırıp ‘tavır almalıyız arkadaşlar, tavır almalıyız’ diyordu. Yeni zamanlarda bu sahneyi defalarca anlatıp dinleyenleri Akif abi dahil kahkahalara boğsam da, o günlerde bu tavrı nasıl alacağımızı soramamıştım yabanıllığımın cesaretsizliğinde, bir kere bile.

Sonrası, İlim Yayma Vakfı Yüksek Tahsil Talebe Yurdu -kapıdaki mermer kitabede böyle yazardı ama aynı kitabenin arka tarafında İlim Yayma Cemiyeti Yüksek Tahsil Talebe Yurdu yazısı vardı; değişimde mermeri bile israf etmemişlerdi-;  ikinci sınıfın sonunda İskenderpaşalıyım diye, şimdilerin acar avukatı dostum ve başkanım Şeref Dursun başta olmak üzere Sabri Terzi, Bekir Dönmez gibi cephe oluşturan arkadaşların ne kadar katkısı var bilmiyorum -Şeref ısrarla asla dahlim yoktur diyor- ama rahmetli Hasan Karakaya (gazeteci olmayan) tarafından yurttan atılmam; üçüncü sınıfın başında üç ay Aksaray’da eski İstanbul Su Kanalizasyon İşletmesi binasının arkasında Valide Sultan Camii sokakta bulunan Bekir Necati abinin evine sığınmışlığım; Harun ve Dursun abilerin ısrarlı takipleri sonucu Hasan Karakaya’nın aff-ı hümayununa mazhar oluşum; aynı yılın sonunda yurtta idarecilerin değişmesiyle, görünürde sigara içtiğim için rahmetli Asım Taşer amcaya ipimi çektirtirken, aslında İskenderpaşalı değilim diye hem de profesör ünvanlı bir zat tarafından yurttan tekrar atılmam; dördüncü sınıfa başlarken aynı eve tekrar sığınışım.

Bu ev de İlim Yaymaya aitti aslında ama bu kez Vakfın değil Cemiyetindi. Bekir Necati Şimşek’le okulların açılından birkaç ay sonra yurtta tanışmıştık. Selman abi, iki de bir BNŞ’den bahsederdi ama kendisiyle müşerref olamamıştık, ilk zamanlar. Oniki Eylülcülerin açtığı Akıncılar davasından dolayı hapisteydi kendisi. Çıkınca doğru yurda gelmişti ve yurtta da Selman’ın odasına. Ben de altı numaralı o odada kalıyordum. Odaların dağıtımı yapılırken herhalde beni, Konyalı olan ama dünyadan çok ahirette yaşıyor gibi görünen, Selman abiye zimmetlemişlerdi adam edileyim diye. Çünkü ben kendimi gariplemiş, ıssızlaşmış ve mahzun hissetsem de, Erhan abinin sonradan söylediği gibi, onlar beni dik, başına buyruk, çıkıntı bulmuşlardı, ama dışarda tutmaya da kıyamamışlardı. Hatta Erhan abi, kendisi de öğrenci olmasına rağmen, kıymetini hiçbir sözle ifade edemeyeceğim ve minnetini hiçbir şartta ödeyemeyeceğim, bir de burs bağlamıştı bana.

Odaya giren BNŞ’nin ilk gözleri dikkatimi çekmişti. Çakırdı gözleri ve çakmak çakmak bakıyordu insana. Sonra çok yakın dost ve arkadaş olduk. Amasya Taşovalı ama Haydarpaşa Lisesi mezunuydu. Çok okurdu ve okuduğu kitapları hem gazete kağıdıyla kaplardı hem de önemli bulduğu cümlelerin altını çizerdi. O günlerde çok yaygın olan ‘şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır’ önermesinin vebalinden kurtulmak için Sivaslı Kudret Gerçek ve Erzurum Olur’un Bağbaşı köyünden Osman Atmaca’yla beraber şeyh olarak da ittihaz ettik onu. O da şeyhliğin gereğini yapıp sonradan tanışıp teşekkür etme fırsatı bulduğumuz abisi Salih Şimşek abinin toptancı dükkanından getirdiği helvalarla kör tavuk gibi besledi bizi. Parasızlıktan yemek yemeye gidemediğimiz aylar boyunca helva, yoğurt ve ekmek vazgeçilmez menümüz olmuştu, yurdun bitişiğinde yer alan, dershanesi de yurdun mescidi olarak kullanılan, tarihi Helvacızade Medresesinin beş numaralı hücresinde.

BNŞ, biz ikinci sınıftayken İlim Yayma Cemiyeti yöneticileri ve özellikle cemiyetin avukatı rahmetli Yunus Can abiyle ilişkisi üstünden yukarıda bahsettiğimiz eve çıkmıştı. Ben de dar günümde kapağı şeyhimin kanatları altına atmıştım hiç düşünmeden. Dört katlı binanın zemin üstü birinci katındaydı evimiz. Bir hol, iki oda, bir salon, bir salamanje -salona camlı kapılarla tam açılan oda- ve mutfak, tuvalet, banyodan oluşuyordu. Çok iyi döşenmemişti ama bize yetiyordu. Hatta, o yıllarda çok lüks sayılan, telefonu bile vardı. Sobalıydı. Odun ve kömürü elektrik ocağının ısıtmaya yetmediği kış günlerinde her sonbaharda indirdiğimiz bodrumdan mecburen çıkarıyorduk.

Biz son sınıftayken bulunduğumuz katı bir cemiyet görevlisine tahsis ettikleri için aynı binanın üçüncü katındaki dairesine geçmiştik. Burada odanın biri daha salamanje olarak değerlendirilmişti. Bu değişim kararını iletmek için, Bekir abi okulu bitirip Kayseri Sarız’a mecburi hizmete gittiğinden, bizi cemiyete çağırdıklarında verilen kararın doğru olmadığını, semtin muhafazakar bir ailenin yaşamasına uygunsuzluğunu dile getirmiştik ama bizi dinlememişlerdi ve telefondan faydalanmaya devam etmek isteğimize yormuşlardı. Ancak gelen abimizin yıla varmadan ayrılmak zorunda kalışı bizi teyit etmişti.

Bu evdeki ilk yılımda BNŞ, Osman ve ben kaldık. Bir de sık sık kaybolup geri dönen Kuveyt’te birileriyle ticari ilişkiler geliştirmeye çalışan Akif arkadaşımız vardı. Tam hatırlayamıyorum ama Akif sanırım işletme mezunuydu. İlişkilerini de BNŞ ve Akif yılsonunda ayrılıp da evin sorumluluğu bize kalınca borcundan dolayı kapalı olan telefonu açtırmaya çalışırken öğrenmiştik. Bize göre bayağı yüklü bir ödeme yapmıştık, asrın icadını, memleketin lüksünü, yaşayabilmek için. Ayrıca Adapazarlı Şemseddin abi de uzun süre misafir kalmıştı, kalan son derslerini verip mezun olmak için. Bu süreçte dahiliye imtihanına Hemşireler İçin Dahiliye kitabından hazırlanması uzun zaman dalgamız olmuştu aramızda. İkinci yıl daha seyrek kalan BNŞ ile Osman, Afyon’un Çay ilçesinden Süleyman Şahin ve ben vardık. Üçüncü yıl ise BNŞ mecburi hizmet için ayrılıp Süleyman da İsmailağa Kuran Kursuna revir sorumlusu olarak geçince yanımıza alt sınıflardan Mahmut Gümüş ile Cem Cahit Barışık gelmişlerdi. Ayrıca Abdüssettar Yavuz katılmıştı aramıza. O geldiğinde Cem Cahit ayrılmış mıydı hatırlamıyorum. Bilgehan Rona da ev mukimi tadında ve uyumunda misafirimizdi.

Bu üç yıl benim için nerdeyse bir lisans, yanında bir yüksek lisans, üstüne bir de doktora gibiydi. Oniki Eylül uygulamalarının görece hafiflemesi ve Özal hükümetinin liberalleşme ve transformasyon politikalarıyla ortamın yumuşaması matbuatın çoğalmasını sağlamıştı ki bu gelişme gündemimizi genişletmişti. Günlük siyasetten uluslararası sorunlara, İslam tarihinin en dip olayları ve konularından akademik tartışmalara kadar sınırsız konular sınırsız zihinlerle konuşulur olmuştu. Tartışmalar o kadar genişlemişti ki konular ve alanlar hayatın ve bilimin her yanını kapsıyordu. Her gün yakındaki gazete bayiinden bir Yeni Devir bir de Cumhuriyet gazetesi alıyorduk ki müvezzi bile birkaç hafta dayanabildikten sonra ‘kardeşim size gazete yok; ya Yeni Devir alın, ya Cumhuriyet; bunun ikisini de alıp ne yapıyorsunuz’ diyerek isyan etmişti.

Bu evde üç yıl içinde yüzlerce misafir ağırladık desem, ‘mübalağa ediyorsun’ diyeceksiniz, ama biz binlerce misafir ağırladık. Mesela sadece evde kalanlar olarak yemek yediğimizi veya uyduğumuzu hiç ama hiç hatırlamıyorum. Misafirlerimize surat yapmak aklımızın ucundan geçmezdi. Başta kendi sınıf arkadaşlarımız olmak üzere okulda öğrenci olanlar, okuldan daha önce mezun olup İstanbul’da yaşayanlar veya yolu İstanbul’a düşenler, Aksaray’da herkese açık kapısı olduğunu bilen tanıdık tanımadık insanlar, her gün ve saatte kapımızı çalıp girerlerdi. Bu arkadaşlarımızdan evin mukimi sayılacak kadar uzun süreli kalanlar da olurdu. İstanbul’da yaşayan bildik insanların dışında şehirlerarası ve uluslararası misafirlerimiz de olurdu.

Şimdilerin profesörü Harun Cansız abi, nerdeyse her gün gelir ve asla eli boş olmazdı. Sık sık da, şimdilerde Ramazan sahurlarında yaptıklarına hiç benzemeyen, daha çok peynirli yumurta diyebileceğimiz mıhlama yapardı.  Erhan abi, seyrek ve eli boş gelirdi ama evin mutlaka tamir edilecek bir yerini bulur ve tamir etmeden bırakmazdı. Onunla bir buzdolabı hikayemiz vardır ki altı aya uzanan zamanda dolabı önce parçalamış, kabinini İsmailağa’da boyattıktan sonra yeniden toplayıp çalıştırmıştık. İkinci sınıfta Anatomi, dördüncü sınıfta Çocuk asistanımız Bülent Zülfikar abi, evde para toplamak için yaptığımız asistan toplantılarını asla unutmaz ve bize tedavülde olan en büyük paranın jilet gibi temiz ve kırışıksız olanını verirdi. Halen Cerrahpaşa kardiyolojide çalışmalarını sürdüren profesörümüz İbrahim Keleş daha asistandı ve sonraki zamanlarda gördüğümüz acarlığını belli etmeden bu toplantılara sessiz sedasız iştirak ederdi. Arif Kaygusuz abi mikrobiyolojide asistandı ve tartışmalarımıza katılmaz ‘boş verin bunları arkadaşlar, siz birlikte balık yiyin yeter’ tavsiyesini aksatmadan tekrarlardı.

Öğrenciliğe solcu başlayıp, şalvar, cübbe, sakal ve sarıkla tam bir tarikatçı olarak bitiren şimdilerin Sakaryalı psikiyatristi Tayfun Durat abi, askerlik süresince misafirimiz olmuştu. Her maaş aldığında beşbin lira verirdi bize ki evimizin bir aylık kuru gıdalarına yetiyordu. Askerlik sonrasında da göreve gitmemiş matbuata girmeye cehdetmişti. Ancak Süleyman Gündüz’le beraber ‘dental’ adıyla bastırdıkları derginin sayfaları kırıma ve ciltçiye bile gidememiş, A1 boyutundaki sayfalar uzun süre bekletildikten sonra kullanılacağından ümit kesilince bize sofralık etmişti, aylar boyu. Şalvar ve bileşenleri ise, evin fikri anaforunda geri dönmemecesine kaybolup gitmişlerdi.

Tayfun abi ve Süleyman Gündüz’ün üzerinden arkadaşımız olup Adapazarı depreminde beş çocuğu ve eşiyle beraber vefat eden Yusuf Bağlar, her İstanbul’a gelişinde mutlaka uğrar ve kendi üretimi olan Bağlar Bozası’ndan on litrelik damacanayla hakkımızı bırakırdı. Altay Ünaltay herhalde bizim evde bizden daha çok uyumuştur. Şimdilerin Tokatlı eczacısı Ahmet Dutoğlu, askerliğini yaptığı Trakya’dan en az ayda iki hafta sonu gelip sohbetlere takılır, hem de giderlere külliyatlı miktarlarla ortak olurdu.

Bizim sınıf zaten çıkmazdı desem yeridir. Hakan Bayrak, İhsan Karaman, Hakan Ertin, Süleyman Portakal, Bülent Özaltay, Adem Elbaşı, Ahmet Serdar Caboğlu çok gelenlerden, Murat Dinçer Çekin, Murat Dülger, İrfan Güner, Mehmet Bahadır Güven, Baki Gülmez, Ahmet Dirikoç az gelenlerdendi. Bizim sınıftan olmayan Atila Özkök, Mustafa Özkök, Hüsamettin Özer, Salih Kamadan, Kenan Dönmez, Ahmet Hakyemez, Metin Mollaoğlu istikrarlı müdavimlerimizdi. Bizim sınıfta çoğumuz aynı grupta olduğundan imtihanların öncesinde İhsan’ın notlarından ders çalışmak için toplanırdık. Bu gecelerde sabaha doğru acıkır, tencereyle çorba alırdık gececi lokantalardan. Almaya ben gitmemişsem, bana yedirtmemek için kasıtlı olarak kelle paça çorbası alırlardı, bol sarımsaklı.

O günlerin modası, Oniki Eylülle tırpanlanmış sol ve sağ örgütlerin yeniden şımarmaya başlamasıydı. Ahmet Serdar, TUŞKO adıyla bir örgüt kurarak Bilgehan’ı devşirdikten sonra, polis emeklisi olan babasının sözde notlarından keşif ve takip dersi verip, günlerce yanlış hatırlamıyorsam Mahmut’u takip ettirerek, fakültede buluşup görüşme yerimiz olan Temel Bilimler binası girişinin solundaki koltuklarda aldığı günlük şifahi raporları, eve geçince dinleyip gülüşürdük. Hatta o günlerde Adem Elbaşı’nın üstün gayretleriyle Milsan Matbaasında sanat edebiyat seçkisi alt başlığıyla ve ‘Selika’ adıyla çıkardığımız dergiye nazire olarak Bülent’le Osman, kurmak istediğimiz öğrenci koluna rehber hoca bulmak için gittiğimiz Üniversitenin merkez binasının tahliye edilmiş Tıp Tarihi Kürsüsü odalarında yığılı bulduğumuz yüzlerce kitap, dergi, gazete, fotoğraf, mektup, broşür arasından alıp geldiklerimizden eski Bayer takvimlerinin sayfa arkalarında Hakan’ın daktilosuyla ’Mızraklı, İzahlı, Altıparmak Selika’yı çıkarmışlardı da günlerce espri konumuz olmuştu. Sadece üç sayı çıkabilen Selikaya karşı naziresi belki on sayıyı geçmişti. Bilmem ki Bülent saklamış mıdır onları…

Kerim İlhan, hukukçuydu ama İlim Yayma Yurdundan beri nikahlımızdı ve İkinci Dünya Savaşı danışmanımızdı. Hala bu konuda ihtiyaç olunca ararım. Savaş öncesinde ve sırasında üretilip kullanılan uçakları, tankları, topları hikayeleriyle bilir; hangi cephede ne oldu, orada hangi birlik savaştı, o birliğe kim komuta etti sayardı. Bir seferinde birkaç gün sabahlara kadar planör hesapları yapmıştık da, uygulamayı Malatya’da bizsiz yapınca beş metreden düşüp belini kırmaktan kıl payı kurtulmuştu. Bir de o yılların Haliç menşeli başparmak büyüklüğündeki sivrisinekleriyle kol gücüyle baş edemeyince sahaflardan aldığımız bir kitaptan faydalanarak yaptığımız elektronik sinek kovucu hikayemiz vardır ki kovmak bir yana sanki kovaladıklarımızı da geri çağırmıştı.

Alt katta otururken bir ara üst katın tuvaletinden su damlamaya başlamıştı. Yukarı çıkıp söylesek de hemen tamir edilmemişti. Mecburen tuvalete şemsiyeyle girer olmuştuk ki Altay’ın fizik esaslı çözümüyle sorundan palyatif olarak kurtulmuştuk. Altay, her damlanın oluşup düştüğü yerleri uzun gözlemlerle işaretledikten sonra bu noktalara küçük çiviler çakmış, bunlara da pamuk iplikler bağlayarak onları bir köşeye doğru uzatıp birbirine bağlayarak yine iple tabana uzatmıştı. Damlalar, ip boyunca zemine kadar siviyordu, biz de mahiyeti şüpheli sudan ıslanmaktan kurtuluyorduk. Yine Altay’ın fikriyle Erhan abi, sabahlara kadar sohbetten sonra sabah namazına uyanamadığımızı görünce, çalar saatin zilini kapının ziline düğme yaparak gürültülü bir çözüm üretmişti kolayca.

Üst komşumuz aksi bir adamdı. Hataylıydı ve sağ ayağından topallıyordu. Bu nedenle evden çok inip çıkmaz, çıktığı zamanlarda inip çıkması çok uzun sürerdi. Biz geçmek için yüklenince de kızar, tehditle karışık küfrederdi. Aylar sonra adama tedaviye gelen hastabakıcı bilmediğimiz bir nedenle gelmez olunca bize mecbur kalmış ve kendisinin tam tersine çok munis tabiatlı hanımının isteğiyle adama enjeksiyon yapmaya başlamıştık. Bu süreçte adamın eski bir kaçakçı olduğunu ve topallamasının bir keresinde yediği jandarma kurşununun hediyesi olan kronik osteomyelitten kaynaklandığını öğrenince hafif tırsmıştık. Ama bu arada yaptığımız enjeksiyonlara karşılık asla ücret almaya yanaşmayan bizi motive etmek için sık sık yemek, tatlı, meyve getiren teyzeyi zor durumda bırakmamak ve her keresinde kapıya kadar gelip çağırmasını engellemek için hastalığın alevlenme dönemlerinde o saatte evde kim varsa gidip enjeksiyonu yapar olmuştuk.

Süleyman Gündüz sık gelirdi. Eski Adana müftüsü Cemalettin Kaplan, Avrupa Milli Görüş Teşkilatından ayrılıp kendi başına çalışmaya başlayıp Almanya Köln’de Anadolu Federe İslam Cumhuriyetini kurunca özel olarak bakmaya gitmişti de, dönüşte ‘bundan bir şey olmaz’ deyip raporunu sunmuştu. Ama yanılmıştı. Çünkü sonradan bir sürü yalan yanlış iş çıkarmıştı adamcağız ve Müslümanlarca hiç istenmeyen bir Müslüman tipinin sürdürülmesine katkı sunmuştu. Atasoy Müftüoğlu abi, önceleri yaptığımız uzun sohbetlerde bizimle beraber ama bizden çok fazla sigara içerken, bir İran dönüşünde Humeyni’nin fetvasına uyup sigarayı bıraktığını ilan etmişti. Salih Diriklik ve Mesut Uçakan’la bir akşam sinema üzerine konuşmuştuk. Osman Bostan, hemen yan binamızda açtığı Nas Ajans’ta kalırdı ve her zaman joker sohbetçimizdi. Kardeşi Orhan Bostan, her yaz evi boyarken gönüllü ustabaşımızdı. Akif Çelik, Ali Çelik, Burhan Metin, Musa Akbal, Cumhur Kaygusuz arada uğrayanlarımızdı. Ahmet Ağırakça, Hasan Karakaya, Beşir Eryarsoy, Ali Bulaç, Dursun Topaloğlu, nadir de olsa takılmışlardı.

Sezai Karakoç için akşamları Beyazıt’a Yıldız Kıraathanesine çıkardık. İsmet Uçma’yı Cumartesileri İşaret Yayınevi’nde ziyaret ederdik. Hayrettin Karaman, Bekir Topaloğlu, Yaşar Kandemir ve Süleyman Uludağ’ı bir Ramazan ayında İlim Yayma Vakfı’nın salonunda organize ettiğimiz sıra seminerde dinlemiştik de İstanbul öğrencilerinin arasında efsane olmuştuk. Hasan Karakaya ve Abdülmetin Balkanlı’yla Hoşkadem Camisinde birer yıl tefsir dersi yapmıştık. Numan Kurtulmuş abimizin uzun aylar boyu haftalık derslerine seçilmiş bir grup olarak katılmıştık. Sonradan o yıllarda tanışmadığıma hayıflandığım tek kişi Ya Tahammül Ya Sefer’le gönlümüze taht kurup bir daha asla inmeyen Mustafa Kutlu olmuştu. Belli aralıklarla babası Hayrettin amcanın arkadaşlık ilişkileri üzerinden Dergâh Yayınlarına gidip gelen İhsan’ı, beni bir kez bile götürüp tanıştırmadığı için hep suçlarım şimdilerde.

Rahmetli İlhan Akıncı, Necati Aktülün, Akif Kerimoğlu kitap ve dergi sponsorlarımızdı. Mercan’daki Necati abinin işyerindeki odasını, o varken de yokken de, ziyaret eder, hem çayımızı içerken işadamı yetkinliğinde sohbet eder, hem de yeni çıkanlardan dilediğimiz kadar alırdık. O kadar gemi azıya almıştık ki Sultanahmet Camiinde açılan kitap fuarlarının öncesinde mekana uğrayıp satın alacağımız muhtemel kitapların parasını da tahsil ederdik. Alican Kerimoğlu’nu bilirdik ama hep olduğu gibi ele avuca sığmaz bir afacandı. Ali Kemal Temizer kitap konusunda cömertti de İsmet Uçma biraz tutuktu. Sadece sohbeti açıktı. Her hafta Cumartesi günleri takıldığımız Beyaz Saray’da Pınar yayınevinde Cevat Özkaya, Şemseddin Özdemir ve Gürsel Ulukır’la sohbet eder, Gürsel bedava kitap vermedi diye kızar, onların kitaplarından almamız gerekenleri hemen yayınevinin bulunduğu sol koridorun başındaki rahmetli Ahmet abiden satın alırdık. Tohum kitabevinde ise sadece sohbet dinlerdik. Dursun Topaloğlu, Kazım Sağlam, Adnan Çini, Celalettin Vatandaş, orada tanıyıp konuştuklarımızdı. Ancak oraya gidince giriş merdiveninin altındaki hemşerimiz Dokuztuğ Kasetçilik’i de ziyaret ederdim, ben. Önceleri Hasan Bakırcı’yla, sonra o oniki Eylül öncesinde Timurtaş Uçar’ın kasetlerini çoğaltıp sattığı için ceza alıp yurtdışına kaçınca, kardeşi Mehmet Ali’yle ayaküstü sohbet ederdim.

Normal zamanlarda kahvaltıyı hafta sonları hariç geçiştirip öğleyin üniyek’te duble çekerdik. Ama akşam yemeklerini mutlaka evde yerdik ve yemekleri evde kalanlar olarak nöbetleşe yapardık. Mahmut’un köftesi, Abdüssettar’ın tepsi kebabı ünlüydü. Hakan, ucuz diye sakatat alır, sık sık böbrek kızartırdı. Sezonunda hamsi tercihimizdi ama istavrit ve palamut da gözdemizdi. Lüfer hep fiyatlı olurdu. İlim Yayma Yurdunda gece memuru olan Mustafa Topaloğlu, aynı yaşlarda olmamıza rağmen sağlam bir Trabzonluluk bilinciyle hamsi tezgaha düşünce her ay bir kez hamsi, patates, limon, soğan, maydanoz, yağ ve ekmeğiyle beraber gelir, hamsi buğulama yapar ve nerdeyse kendi yemeden bize yedirirdi. Araştırma ve Kültür Vakfı’nın Aksaray’da düğün salonunda verdiği iftarlarından çaldığımız etli bezelye yemekleriyle bir hafta daha iftar yapardık. Ama kendimiz de iftar düzenlerdik. Ben süzme mercimek çorbası yapardım, Süleyman az etli çok salçalı taze fasulye, Osman salata, Altay ayran ve Mahmut kemalpaşa tatlısı yapardı. Üçüncü katta her iki salamanje kapılarını açınca bir seferde seksen kişiye yemek verdiğimizi iyi hatırlıyorum.

Sonra, mezun olup gittik…

Rabbim, göklerden üç elma düşürsün; birini geçenlerimize rahmet, birini kalanlarımıza selam, birini de bunları okuyanların hayatları ve gayretleri için bereket kılsın. Bana mı? Sizin masallarınızın elmalarından bir dilim gelsin…

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için çerez politikamızı inceleyebilirsiniz. Anladım